Istanbul,10/9/1982
"Bir şey
yapamamak !" İşte benim derdim bu. "Birşey yapamamak!"
Bu beni bunalıma sürüklüyor, bunalim da bir çeşit "ağrı"
gibi içime çöküyor. Ağrılar ve bunalımlar ; bunlara
bir de parasızlık eklenince dayanılması zor
bir yük oluyorlar ve ben bu yükü
bütün gün her yere taşımaktan
yoruluyor daha akşam olmadan da iyice bitkin düşüyorum.
Bir çaresini bulamaya çalışmak ise mevcut bunalımlarıma
yeni yeni bunalımlar eklemeye yarıyor ancak. Sanki normal
insanların yaşadığı bu yeryüzü tabanının
bir iki kat altına
itilivermişim ve orada çekilecek bir cezam varcasına ne
yapsam, ne etsem de aklaşıp normal yaşayan insanların
aralarına karışamıyorum.
Şu an Sultan
Ahmet'te bir kahvede oturuyorum. Sol tarafımda da bir genç
kız oturmakta
Ondan dağılan pozitif enerji hem beni
sarıyor, hem de kalemimi defterimin üstünde mutlu bir şekilde
gezdiriyor. Sanki sayfalara yazı yazdıran benim parmaklarım
değil, neyse ki kız fazla oturmadı da parmaklarımın
tek bana ait olduklarını daha iyi anladım.
Param o
kadar az ki ancak bir çay içmeme ve dönüş için bir otobüs bileti
almama yeter. Burada bir çay içip kafamı dinlendirmek için
bu sabah Yedikule'den Sultan Ahmet'e kadar yürüyerek geldim. Akşam
günün yorgunluğuyla - ve belki de çok aç bir halde- eve yürüyerek
geri dönmek istemiyorum. Sahah dinç bir vücutla buraya kadar yürümek
daha kolay. Böylece bir binişlik olan bilet paramı da
akşam dönüşüne saklamış oluyorum. Akıllıca
Az önce, iki kurnaz
dilencinin ellerinde bir kaç sakızla masaların arasında
dolaşıp oturanlara bu sakızlardan verdiklerini, sonra
da karşılığında para topladıklarını
gördüm ve irkildim. Neden mi irkildim? Çünku herkesin biribirlerine
gösteriş yapmak amacıyla beş-on kuruş verdiği
ve sakız bile almadığı bu gibi yerlerde, ben
de
başkalarından aşağı olmadığımı
göstermek için mutlaka bir şeyler vermek budalalığına
düşeceğimi biliyorum da ondan. Fakat ben yine de 5 -10
Lira verip kurtulacağım düşüncesindeydim. Meğerse
cebimde sadece iki tane "yirmilik" varmış. Gururuma yediripte
adama "Paranın üstünü geri ver amca " diyemezdim. Onlara bilet
paramın yarısını uzatırken doğrusu
ellerim titredi.. Teşekkür ederek yanımdan uzaklaşırken,
sanki bu parayı benden işkence zoruyla almışlar
gibi arkalarından nefretle bakakaldım
verdikleri
sakızı da alıp bir köşeye fırlattım.
Saat
12.20
(Sultan
Ahmet açık hava kahvesi)
Ben
bu notlarımı yazarken garip bir olaya daha tanık
oldum. Yoksulları gerçekten en iyi yine yoksullar anlıyormuş.
Halâ aynı kahvede ve aynı masada
oturuyorum. Az önce iki ihtiyar dilenciye son yirmi liramı
uygunsuzca kaptırdım diye sinirlerim halâ o biçim
gergin. Ortalıkta para kazanmak için dolaşan herkesi
tekme tokat dövüp dışarı atasım geliyor.
Yan
tarafımda dört kişilik bir turist gurubunun oturduğu
masaya, bir elinde asıl rengini yitirmiş ve nerdeyse
keçemsi bir görünüm almış naylon bardağıyla
su satan bir çocuk yaklaştI. Öteki elinde de demlik mi
desem, surahi mi desem, ikisine de pek benzemeyen yamru yumru
alumunyumdan bir su kabı da taşıyordu. Bol
ve kısalmış pantolunuyla, büyük adamların
iç çamaşırlarından
bozma tişörtünün yırtılmış yerlerinden
karnının parlaklığı ve kirliliği
göze çarpiyordu. Sakin, utangaç, sekiz veya dokuz yaşlarında
doğulu bir çocuktu. Turistlere "Buz gibi su abiler" dedi.
Turistler bir şey anlamadan önce çocuğun görünüşüne
sonra
da elindeki bardağa şöyle bir bakıverdiler.
Suratlarının hali, hiç birinin bu sudan içmek istemediklerini
açıkça ortaya koyuyordu.
Çocuk tam
masadan uzaklaşacakken, kendisinden bir iki yaş
daha büyük, orada çay dağıtan bir garson çocuk yanına
yaklaştı. Bu çocuk ta üzerindeki "sırmalı"
garson gömleği olmasa ötekine oldukça benzeyecekti. Onun
da ensesi, yüzü, elleri, daha doğrusu görünen her yeri
kir içindeydi. Bence bu düzenli yaşamın insanı
değildi o da. Buraya muhakkat denenmek
için alınmıştı ve bana kalırsa fazla
da kalacağa benzemiyordu. Görevi icabi önce oturan turistlere
"ne içmek istediklerini" sormak yerine, o, ilk önce yoksul
çocuğa dönerek "bir bardak suyu kaça sattığını"
sordu. Sucu çocuk heyecandan ve biraz
da korkudan titreyen sesiyle: "Beş liraya satıyorum
abi" dedi. Garson çocuk büyük bir istek ve gösterişle
ellerini arka cebine daldırdı, çıkardığı
bir tomar yırtık pırtık kağıt
paranın içinden (kahvehanenin paraları!) dört tane
"beşliği" üst üste koydu
ve çocuğa uzattı. Ne diyeceğini ve ne yapacağını
bilemeyen sucu çocuk elinde kirli bardağı ve testiye
benzemeyen testisiyle adeta dona kaldı. Garson çocuk,
bu çok asil davranışının hemen arkasından,
"Hadi oğlum, dardağını da yine yerine
boşalt
" komutunu da vererek, sevinçten zaten ağzı açık
kalmış çocuğu bu defa iyice şaşkına
çevirdi
|
1.ci sayfaya dönmek
için tıklayın
|
|