Şiirler

öncesi

devamı

                                                                                               İstanbul, 6/9/1982

   KAHVEHANE 

   Evden çıkalı bir kaç saat oldu. O saatten beri sokaklarda amaçsızca geziniyorum. Önce bir kahveye girdim. Yeşil çuha kaplı masalar, darmadağınık sandalyeler, kırışık suratlı yaşlı adamlar, ocakta çaycının bardakları yıkarken çıkardığı gürültü ve televizyonda cüppe giymiş bir y
asa adamının konuşmaktan çok böğürmeyi andıran kalın sesi; içeriye girer girmez en koytu köşelerde boş bir masa araştırdım. Ilk anda bir çok gözler beni izlediyseler de, oturup kendime bir çay ısmarladıktan sonra bu rahatsız edici bakışlar beni izlemeyi bırakıp normal seyirlerine daldılar.
    Etrafıma bir kaç saniye bakındım. Sigara dumanı ve gürültü; burada bunlar herşeydi!.. Basık olmasına rağmen tavanı görmak neredeyse mümkün değildi. Zira sigara dumanı kalın bir sis tabakası halinde her tarafı kaplamıştı.
    Defterlerimi çıkardım, kalemimi elime aldım. Her şey tamamdi yazmak için, fakat içimden, bana "başla" komutunu verecek içgüdü bir türlü gelmiyordu, ne olmuştu; tek bir kelime bile yazamadan öylece kalakaldım.
    Tıpkı bir sihirbazın, tam programına başlaması gereken anda ne yapması gerektiğini unutması gibi, ben de önümdeki deftere, elimdeki kaleme kaşlarımı çatarak baktım. Aslında hiçbir gereği olmadığını bildiğim bir mahcubiyetle çayımı yudumlamaya, sigaramı içip dumanını tavandaki kalın sis bulutuna doğru üflemeye başladım.
    Bir şeyler eksikti bu kahvede. Mesela insanların göz ucuyla beni takip etmeleri işlemi daha bitmemişti. Başımı çevirdiğim her tarafta bir kaç çift gözün beni izlemekte olduğunu görmem kafamın içindekilarini allak bullak etmeye yetiyordu.
    Çok geçmeden bir sıcaklık çöktü üstüme. Sırtımda, kafamda, belimde kaşıntılar başladı. Baudlair'in "Paris sıkıntısı" adlı eserini açıp önüme serdim. Oh be!… Bu kitap beni biraz olsun rahatlattı. Bir kaç sayfa okuduktan sonra içimde ilhâm perileri yeniden kanat çirpıştırmaya başladılar. Hem artık beni seyreden bütün diğer gözler için de bir merak konusu olmaktan çıkmıştım.
    Tam bir uyuma varmışken, birden bire iri yarı, kara bıyıklı bir adam "Selamünaleyküm" deyip yanıma oturuverdi. Hayda… Şöyle bir baktım. Bu adam bütün tiksinti ve nefret duygularımı yeniden canlandırmak için, hepsinin arasından seçilip özel olarak buraya gönderilmişti ve sanki daha önce beni izlemekte olan bütün gözleri burada o temsil edecekti.
    Sokaklarda gezinmeyi, bu sıkıntıya katlanmaya tercih ederek, hiç bir gözün izlemediği karanlık sokaklara daldım. Köşelerde ellerinde şişeleriyle yerlere yığılmış sarhoşları, meyhane önlerinde koklaşan kedileri ve hayaletler gibi karanlıklara döğru uzaklaşan gölgeleri bu defa ben göz ucumla takip etmeye koyuldum.

Saat:00.20 (Sonunda, Samatya'ya gelip televizyonu olmayan küçük bir balıkçı kahvesine takıldım ve saatlerce kaldım. Burada her şey tam istediğim gibi...)

1.ci sayfaya dönmek için tıklayın